13/03/2025
A: Sence birbirimizi gerçekten anlayabiliyor muyuz?
B: Kafamın içinde binlerce ses var. Kendi içimde verdiğim savaşlar, kapattığım kapılar, açmaya cesaret edemediklerim…
A: Peki ya ben? Sence ben de o savaşlardan biri miyim?
B: Bilmiyorum. Belki bir anahtarın var. Belki de farkında olmadan yeni bir kilit ekliyorsun.
Bu diyalog, insanın en temel varoluşsal meselelerinden birini açığa çıkarıyor: Anlaşılmak ve anlamak arasındaki kırılgan denge.
A’nın sorusu, insanın yalnızlıktan kaçış çabasını yansıtıyor. Anlamak, bir köprü kurmaktır. Ama karşımızdakinin iç dünyasına erişmek ne kadar mümkün? O dünyaya gerçekten girebilir miyiz, yoksa yalnızca kendi yansımamızı mı görüyoruz?
B’nin cevabı, insanın içsel çatışmalarının ve savunmalarının derin bir tasviridir. “Kafamın içinde binlerce ses var” ifadesi, yalnızca bilinçdışı dürtüleri değil, geçmişin izlerini, yaşanmışlıkların yankılarını da barındırıyor. Bu sesler, bireyin varoluşsal kimliğini şekillendiren hikâyelerden ibaret. Ve bu hikâyeler bazen o kadar ağırdır ki, bir başkasına açılmak yerine kendimizi kilitlerle korumayı seçeriz.
Ama işin en ironik yanı şu: İnsan, hem görülmek ister hem de saklanmak. Hem bir anahtarın gelmesini bekler hem de o anahtarın işe yarayacağından korkar. Çünkü bir kapının açılması, yalnızca ışığı değil, gölgeleri de içeri alır.
A’nın “Ben de o savaşlardan biri miyim?” sorusu, ilişkilerdeki derin korkularımızı açığa çıkarıyor. Hepimiz bir şekilde karşımızdakinin hayatında nasıl bir rol oynadığımızı merak ederiz. Sevilen mi, tehdit mi, bir dost mu yoksa bir düşman mı? Ama gerçek şu ki, biz bazen bir anahtarız, bazen de farkında olmadan yeni bir kilit ekleyen kişi.
Ve işte en büyük varoluşsal açmaz burada: Anlamaya çalışırken yaralar mıyız? Açmaya çalışırken daha mı kapatırız?