Klinik Psikolog Serhat Uludemir

Klinik Psikolog Serhat Uludemir Bireysel Terapi
Aile/Çift Terapi
Çocuk-Ergen Terapi
05511599255

16/11/2025

Canımız yandığında uyumaya yönelmemiz, çoğu zaman fark etmeden kullandığımız eski bir savunmanın izidir. Zihnimiz yoğun bir duyguyla karşılaştığında onu hemen işleyemez; önce yükü azaltmak, sahneyi bulanıklaştırmak ister. Uyku da bu bulanıklığın en rahat yoludur. Çocuklukta zorlanırken “kapanarak” rahatlamayı öğrenmişsek, yetişkinlikte de acı anında aynı yola başvururuz. Çünkü zihnimiz için uyku, duygunun kendisini değil, duyguyla temas etme zorunluluğunu bir süreliğine kapatan bir perde gibidir. Oysa perdelerin ardında kalan duygu, hâlâ bizi çağırır; görülmek, anlaşılmak, kendine yer bulmak ister. Bu yüzden her uyuma isteğinin altında aslında bir temas ihtiyacı vardır: “Biraz yavaşlayayım, önce kendimi toparlayayım, sonra bakarım.” Kendimize bu içsel çağrıyı duyacak kadar alan açabildiğimizde, uykunun ötesinde bir şey olur: acıyla değil, kendimizle temas ederiz.
Canımız yandığında uyumaya yönelmemiz, çoğu zaman fark etmeden kullandığımız eski bir savunmanın izidir. Zihnimiz yoğun bir duyguyla karşılaştığında onu hemen işleyemez; önce yükü azaltmak, sahneyi bulanıklaştırmak ister. Uyku da bu bulanıklığın en rahat yoludur. Çocuklukta zorlanırken “kapanarak” rahatlamayı öğrenmişsek, yetişkinlikte de acı anında aynı yola başvururuz. Çünkü zihnimiz için uyku, duygunun kendisini değil, duyguyla temas etme zorunluluğunu bir süreliğine kapatan bir perde gibidir. Oysa perdelerin ardında kalan duygu, hâlâ bizi çağırır; görülmek, anlaşılmak, kendine yer bulmak ister. Bu yüzden her uyuma isteğinin altında aslında bir temas ihtiyacı vardır: “Biraz yavaşlayayım, önce kendimi toparlayayım, sonra bakarım.” Kendimize bu içsel çağrıyı duyacak kadar alan açabildiğimizde, uykunun ötesinde bir şey olur: acıyla değil, kendimizle temas ederiz.

Sağlıklı ve olgun bir insan olabilmenin koşullarından biri: engellenmeyi tolere edebilmek.Engellenme, bir isteğimizin ge...
12/11/2025

Sağlıklı ve olgun bir insan olabilmenin koşullarından biri: engellenmeyi tolere edebilmek.
Engellenme, bir isteğimizin gerçekleşmemesi, bir şeyin önümüze set çekmesi ya da beklediğimiz bir karşılığın gelmemesiyle ortaya çıkar. Bu anlarda çoğu zaman öfke, hayal kırıklığı, utanç ya da çaresizlik hissederiz. Aslında mesele bu duyguları bastırmak değil; onlarla birlikte kalabilme kapasitemizi geliştirebilmektir.

Bu kapasite doğuştan değil, ilişkiler içinde şekillenir. Bir çocuk, ihtiyaç duyduğunda karşısında onu yatıştıran, duygusunu anlayan ve sınırlayan bir figür bulduğunda, yavaş yavaş “her şey hemen olmaz”ı öğrenir. Bu deneyimler, zihninde hem arzuyu hem de engellenmeyi birlikte tutabilme becerisini inşa eder. İşte bu beceri, yetişkinlikte sabır, esneklik ve duygusal dayanıklılık olarak karşımıza çıkar.

Ama eğer erken dönemlerde bu onarım yeterince yaşanmadıysa, kişi engellenmeyi bir tehdit gibi algılar. Küçük bir “hayır” bile, görülmeme ya da reddedilme duygularını canlandırabilir. Tepkiler de çoğu zaman bugüne değil, geçmişte onarılmamış o eski duygulara yöneliktir. Bu yüzden bazı insanlar engellendiklerinde hemen öfkelenir, bazıları içe kapanır, bazıları da tamamen geri çekilir.

Olgunlaşmak, bu geçmiş izleri fark edip bugünkü duygularla karıştırmamayı öğrenmektir. Yani engellenmeyi kişisel bir değersizlik gibi değil, hayatın doğal bir sınırı olarak görebilmektir. Ve insan, bu farkındalığı kazandıkça dış dünyanın engelleriyle değil, kendi içindeki güçle hareket etmeye başlar.

İçsel olgunluk, engellenmeye rağmen yönünü koruyabilme kapasitesidir.

10/11/2025

Bir insanı tüketmenin en hızlı yollarından biri, sürekli onu düzeltmek ve eleştirmektir. Çoğu zaman bu, “yardım etmek” ya da “daha iyisini göstermek” niyetiyle yapılır ama derinlerde başka bir mesaj taşır: “Sen olduğun gibi yeterli değilsin.” Sürekli eleştirilen biri zamanla iç dünyasında savunmalar geliştirir; bir yanı geri çekilir, bir yanı öfkelenir. Bu döngü uzadıkça, aradaki sıcak temas yerini sessiz bir uzaklığa bırakır.

Aslında eleştirinin altında çoğu zaman kaygı, kontrol etme isteği ya da görülmeyen bir kırgınlık vardır. Bazen “yanlış yapıyorsun” derken, farkında olmadan “benim güvende olmam için senin öyle davranmana ihtiyacım var” deriz. Ancak bu tutum, karşıdakini hep yetersiz ve suçlu konumuna iter; ilişkide nefes alacak alan kalmaz.

Gerçek değişim, düzeltmekten değil, anlamaktan geçer. Karşımızdakini eleştirmeden önce, “bu davranış bende ne hissettirdi?” diye durup bakabilmek, temasın en derin kapısını aralar. Kırgınlık, hayal kırıklığı ya da korku paylaşıldığında, ilişki yeniden canlanır. Çünkü insanlar düzeltilerek değil, anlaşılarak değişirler.

05/11/2025

Bırakmak…
Kulağa kısa bir kelime gibi gelir ama içinde koskoca bir direnç, bir korku, bir yas barındırır.
Bir insanı, bir alışkanlığı, bir beklentiyi ya da artık işlemeyen bir hikâyeyi bırakmak — sanki kendinden bir parçayı koparmak gibidir.

Oysa çoğu zaman “bırakmak”, kaybetmek değildir.
Bazen bırakmak; artık taşımak zorunda olmadığın bir yükü yere koymaktır.
Bir ilişkide sürekli veren tarafsan, hep “bir gün değişir” umuduyla bekliyorsan,
ya da bir şeyin artık seni büyütmediğini hissediyorsan — işte orada bırakmak, kendine dönmektir.

Ama insan kolay bırakmaz…
Çünkü beynimiz tanıdık olana tutunur, kalbimiz “alıştığı”na sadıktır.
Kırık da olsa, eksik de olsa, tanıdık olan bazen huzurdan daha güvenli gelir.

Bırakmak;
“artık böyle olmamalı” diyebilmektir.
Kendini suçlamadan, öfkeye saplanmadan, sadece olanı olduğu haliyle kabul edip bir adım geri çekilmektir.

Bazen büyümek, biraz da bırakabilme cesareti demektir.

Bazı yaşantılar vardır; üzerinden yıllar geçer ama etkisi geçmez.Bir ses, bir koku, bir cümle… ve o anda beden yeniden a...
03/11/2025

Bazı yaşantılar vardır; üzerinden yıllar geçer ama etkisi geçmez.
Bir ses, bir koku, bir cümle… ve o anda beden yeniden alarmdadır.
Zihin “geçti” dese de, iç dünyanın bir parçası hâlâ orada kalmıştır.

Aslında travma, olayın kendisinden çok beynin o olayı işleyememesiyle ilgilidir.
Normalde beyin, yaşanan her deneyimi işler, anlamlandırır ve geçmişe yerleştirir.
Ama yoğun bir stres ya da çaresizlik anında bu süreç yarım kalır.
İşte EMDR terapisi, beynin o yarım kalan işi tamamlamasına destek olur.

Seanslarda kişi, zorlayıcı bir anıyı hatırlarken terapistin yönlendirmesiyle göz hareketleri, ses ya da dokunsal uyarılar eşliğinde sürece girer.
Bu uyarımlar beynin iki yarımküresi arasında bir denge kurar;
beyin, tıpkı uykudayken rüya görürken yaptığı gibi o anıya ait bilgileri yeniden işler.

Zamanla, kişi aynı olayı hatırladığında artık aynı yoğun duyguyu yaşamaz.
O anı hâlâ vardır ama duygusal yükü çözülmüştür.
Kişi, geçmişi hatırladığında artık bedeni gerilmez; çünkü beyin “artık güvendeyiz” mesajını almıştır.

EMDR yalnızca büyük travmalar için değil;
kaygı, fobiler, özgüven sorunları, kayıp süreçleri, performans kaygısı ve çocukluk dönemine ait olumsuz yaşantılar gibi birçok durumda da etkilidir.

Bu süreçte kişi hipnoz altında değildir; bilincini kaybetmez.
Aksine, sürece tanıklık eder.
Korku, suçluluk ya da çaresizlik yerini sakin bir farkındalığa bırakır.

EMDR’nin amacı, geçmişi silmek değil,
geçmişin bugünü yönetmesine son vermektir.
Zihin, beden ve duygu yeniden dengeye gelir.

Ve kişi sonunda şunu fark eder:
“O yaşandı, ama artık beni tanımlamıyor.”

29/10/2025

“Eskiden kimse psikoloğa gitmezdi”

Bu cümle, çoğu zaman bir övünç gibi söylenir.
Ama biraz durup düşünelim:
Gerçekten kimseye ihtiyaç olmadığı için mi, yoksa ihtiyaç duyulmasına rağmen duygulara yer olmadığı için mi kimse gitmiyordu?

“Eskiden” denilen o dönemlerde insanlar elbette acı çekiyordu.
Ama duygular, “dayanmak”, “sabretmek”, “unutmak” gibi kelimelerin içinde saklanıyordu.
İçsel çatışmaların dili yoktu; çünkü duygular konuşulmaz, katlanılırdı.

Oysa bugün biliyoruz ki;
bastırılan öfke kaybolmaz, sessizliğe dönüşür.
İfade edilmeyen yas donup kalır.
Sevilmeden büyüyen bir çocuk, ileride kendine sevgisiz davranabilir.
Bir kuşak konuşamadığında, bir sonraki kuşak o sessizliğin yükünü taşır.

“Eskiden kimse psikoloğa gitmezdi” derken aslında şunu da diyebiliriz:
“Eskiden insanlar duygularıyla yalnız bırakılırdı.”

Bugün terapiye gitmek, yalnız olmadığımızı hatırlamanın bir yoludur.
Bir dönemin suskunluğunu fark edip, yeni bir dil kurabilmektir.
Zayıflık değil, bilinçli bir yüzleşmedir.
Çünkü geçmişin ağırlığını anlamak, onu çocuklarımıza aktarmamanın ilk adımıdır.

Belki eskiden kimse psikoloğa gitmiyordu,
ama bugün biz, o susturulmuş hikâyelerin içinden konuşmayı öğreniyoruz.
Ve bu, bir toplumun olgunlaşma, iyileşme ve duygusal mirasını dönüştürme sürecidir.

Bazen yaşadığımız travmalar, acı verici olsa da kim olduğumuzu şekillendiren bir parçaya dönüşür. Onları “atlatmak” yeri...
27/10/2025

Bazen yaşadığımız travmalar, acı verici olsa da kim olduğumuzu şekillendiren bir parçaya dönüşür. Onları “atlatmak” yerine, farkında olmadan onlara tutunuruz. Çünkü o acı, bir yönüyle tanıdıktır; kontrol edemediğimiz bir geçmişin içinde bile bir anlam taşır.

Zihnimiz, iyileşmeyi her zaman hemen seçmez. Bazen acının içinde kalmak, bilinçdışı bir sadakatin ifadesidir: “Bu acıyı bırakırsam, o zaman yaşadıklarım hiç yaşanmamış gibi olacak.”
Ama travmayı taşımak, geçmişi onurlandırmanın tek yolu değildir. Onu dönüştürmek de bir hatırlama biçimidir.

Terapi süreci, travmaya tutunan kısmımızla temas kurmamızı sağlar. Orada genellikle bir “neden bırakamadım?” sorusundan çok daha derin bir hikâye vardır: görülmemiş bir çocuk, duyulmamış bir çığlık, ya da bir kaybın yasını tutamamış bir benlik.

Travmadan kurtulmak değil, onunla ilişkimizi dönüştürmek iyileştirir bizi.
Çünkü bazı acılar geçmez; ama şekil değiştirir, anlam bulur ve sonunda bize ait olmaktan çıkıp bizimle barışır.

26/10/2025

Bir kız çocuğu için baba, sadece bir ebeveyn değildir; erkek dünyasına açılan ilk kapıdır.
Onun ilgisi, sesi, mesafesi ya da yokluğu… İleride kurulan ilişkilerin zeminini sessizce şekillendirir.

Baba, kızının gözünde “ben değerliyim” duygusunun ilk aynasıdır.
Eğer baba sevgiyle ama sınır koyarak, yakın ama boğmadan ilişki kurabiliyorsa; kız çocuğu büyüdüğünde hem yakınlığı hem özgürlüğü bir arada yaşayabilir.
Ama eğer baba uzak, eleştirel ya da ulaşılmaz bir figürse; kız sevgiye yaklaştığında içten içe “ya terk ederlerse?” diye kaygılanabilir.
Bazen de tam tersi olur — güçlü görünmeye, kimseye ihtiyaç duymamaya çalışır.

Baba-kız ilişkisinde yaşananlar, bir kadının kendine, sevgiye ve diğer insanlara nasıl yaklaşacağını fark ettirmeden şekillendirir.
Sevgi açlığı, görülme arzusu ya da “artık senin onayına ihtiyacım yok” diyememenin ağırlığı…
Tüm bunlar, babayla yaşanan duygusal bağın izlerini taşır.

Baba, kızının iç dünyasında sadece çocuklukta değil; büyüdüğünde de yankılanan bir sestir.
Ve bu hikâye sadece kız çocukları için değil…
Erkek çocuklarının kalbinde de baba, gücün, sevginin ve kendini ifade etmenin ilk örneğidir.
Kızına değer duygusunu, oğluna duygularını taşımanın yollarını gösteren kişidir baba.

16/10/2025

Kaygı sorunu yaşayan kişiler neden sık sık köşeleri tercih eder, bunu terapötik bir gözle şöyle açıklayabiliz: Köşe, fiziksel olarak arkayı ve bir yönü sınırlar; iç dünyada ise belirsizlik, beklenmedik duygular ve geçmişte yaşanan ilişki deneyimleriyle karşılaşma korkusunu azaltır. Dinamik psikoterapide, bu davranış genellikle kişinin erken ilişkilerinde öğrendiği “güvenlik stratejilerinin” bir yansıması olarak görülür — yani kişi, dış dünyada kontrolü daraltarak içindeki karmaşık ilişki temsillerini yönetmeye çalışır. Köşeye oturmak bir anlamda “duygusal sınır” koymaktır: hem tehlikeyi kontrol ediyormuş gibi hissettirir hem de yeni bağlantılara ve risklere girme ihtiyacını erteler. Terapi sürecinde hedef, bu güvenlik arayışını yargılamadan anlamak; kişinin içindeki kaygı döngülerini, hangi eski ilişki kalıplarının bunları tetiklediğini ve beden-deneyim bağlantılarını birlikte keşfetmektir. Güven duygusu yalnızca fiziksel konumla sağlanmaz — güven, ilişkide onaylanma, tolerans görme ve duyguların taşınabildiğini deneyimleme ile inşa edilir. Bu yüzden değişim genellikle küçük, güvenli adımlarla, terapötik ilişki içinde ve kişinin kendi tolerans sınırlarına saygı gösterilerek gerçekleşir: önce köşeden biraz daha uzağa oturmak kadar somut, sonra da duygusal alanda daha fazla açılma kadar derin.

Bazen insan kendine olan saygısını fark etmeden yitirir. Kimse gelip elinden almaz, hayatın içinde yavaş yavaş kaybolur....
09/10/2025

Bazen insan kendine olan saygısını fark etmeden yitirir. Kimse gelip elinden almaz, hayatın içinde yavaş yavaş kaybolur. Sürekli “önemli değil” diyerek, kendini geri plana atarak, sesini kısmaya alışarak… Bir noktada ne hissettiğini, ne istediğini, neye razı olduğunu bile karıştırırsın. Sonra bir gün bir bakarsın, sanki kanepenin altına düşmüş gibi, “kendime olan saygımı” arıyorsun.

Kendine saygı, güçlü durmakla ya da hep haklı çıkmakla ilgili değildir. Asıl mesele, kendi duygularına kulak verebilmek, kendini küçümsemeden, yargılamadan dinleyebilmektir. Çünkü insan kendini görmezden geldikçe iç dünyasında sessiz bir öfke birikir. O öfke, zamanla değersizlik, kırgınlık ve uzaklaşma olarak geri döner.

İyileşme, o bastırdığın sesleri yeniden duymakla başlar. İçindeki kırgın çocuğu, yorulmuş tarafını fark etmekle… Bazen bu kolay değildir, çünkü yıllardır susturduğun parçalarınla yüzleşmek cesaret ister. Ama her fark ediş, içsel bir adım olur; her “artık yeter” dediğinde, kendine biraz daha yaklaşmış olursun.

Kendine saygı yeniden kurulabilir bir şeydir. Küçük farkındalıklarla, daha dürüst ilişkilerle, “benim de bir sınırım var” diyebilmeyle başlar. Bu yolculukta amaç, “eskisi gibi olmak” değil; kendini yeniden tanımaktır.

Ve belki de en güzel başlangıç, o kanepenin altında ararken kendi içinden şu cümleyi duymaktır:
“Ben hâlâ buradayım.”

04/10/2025

Sosyal anksiyete, çoğu zaman insanın görünmez bir yükle yaşaması gibidir. Kalabalıklarda kalbin hızla çarpar, bir cümlenin içinde boğazın düğümlenir, biri sana bakarken yüzünün kızardığını hissedersin. Dışarıdan “çekingenlik” gibi görünür ama içeride yaşanan şey çok daha derindir. Aslında çoğu zaman, farkında olmadan geçmişteki utanç, eleştirilme ya da reddedilme deneyimlerinin yankılarını taşırız. O eski duygular bugünün sahnesine sızar; bir bakışta, bir sessizlikte ya da bir gülümsemede bile tetiklenir.

Bu tür kaygılar genellikle sadece “korkma” diyerek geçmez, çünkü kökleri düşünceden çok daha derindedir — bedene, duyguya ve belleğe kazınmıştır. Bu yüzden, değişim süreci de o derinliklerden başlar. İnsan, kendine yönelip “Neden böyle hissediyorum?” diye sormaya başladığında, aslında iç dünyasının kayıtlarını yeniden okumaya başlar. Bu kayıtların içinde utanç kadar, görülme isteği de vardır; korku kadar, bağ kurma arzusu da.

Terapi süreci tam da bu noktada, o eski kayıtlarla yeniden temas kurma alanı açar. Bazen konuşarak, bazen sessizce hissederek; bazen bedendeki o sıkışmaya eşlik ederek… Zamanla kişi, iç dünyasındaki sesleri tanımayı, onları ayırt etmeyi ve kendi hikayesini yeniden düzenlemeyi öğrenir. Sosyal anksiyete azaldıkça, yerini daha gerçek bir temasa, daha doğal bir varoluşa bırakır. İnsan artık herkesin içinde “nasıl görünüyorum?” diye değil, “burada nasıl hissediyorum?” diye düşünmeye başlar.

Çoğu zaman sevgimizi, ilgimizi ve emeğimizi kime verdiğimizin farkına varmayız. İçimizdeki “değerli olma” ihtiyacı, bizi...
01/10/2025

Çoğu zaman sevgimizi, ilgimizi ve emeğimizi kime verdiğimizin farkına varmayız. İçimizdeki “değerli olma” ihtiyacı, bizi bazen hiç hak etmeyen insanlara yöneltir. Karşılık alamasak bile “belki bu sefer değişir, belki bu sefer değer verir” diye devam ederiz.

Bu döngünün kökeni çoğunlukla geçmişte, özellikle çocukluk deneyimlerimizdedir. Eğer küçükken sevgiyi, ilgiyi ya da onayı kolayca değil de büyük çabalarla elde edebildiysek; yetişkin olduğumuzda da sevgiyi hak etmek için fazlasıyla çaba göstermemiz gerektiğine inanırız. Bu bilinçsiz inanç, bizi kendi ihtiyaçlarımızı görmezden gelip başkalarının ihtiyaçlarını doyurmaya yöneltir.

Sonuçta ise koca bir yorgunluk, kırgınlık ve “benim sevgim neden karşılık bulmuyor?” sorusu kalır. Çünkü sevgiyi sürekli vermek zorunda olduğumuzu sanırken, aslında kendimizi hiçe saymış oluruz.

Oysa sevgi, kazanılması gereken bir ödül değil; doğal bir ihtiyaçtır. İnsan, sadece var olduğu için değerlidir. Sevgiyi hak etmek için koşullar öne sürmek, hem kendimize hem de ilişkilerimize haksızlık eder.

Gerçek dönüşüm, önce kendi değerimizi görüp kabul etmekle başlar. Sınırlar koymak, ihtiyaçlarımızı fark etmek ve sevgimizi doğru yerde tutmak, hem kendimize hem de karşımızdakine daha sağlıklı bir bağ sunar.

Address

İstiklal Mahallesi Şaiir Fuzuli Caddesi Özkal İş Merkezi No:36/6
Eskisehir
26010

Opening Hours

Monday 10:00 - 20:00
Tuesday 10:00 - 20:00
Wednesday 10:00 - 20:00
Thursday 10:00 - 20:00
Friday 10:00 - 20:00
Saturday 10:00 - 20:00

Telephone

+905511599255

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Klinik Psikolog Serhat Uludemir posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Practice

Send a message to Klinik Psikolog Serhat Uludemir:

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram