15/11/2024
Yaren bu sene de Adem Amca’ya veda etti. 2011 yılında Adem Amca’nın kayığına konması, Adem Amca’nın da misafirine tuttuğu balıklardan ikram etmesi ile muhabbetleri başlamış. O zamandan beri Yaren her sene Afrika’nın güneyinden kalkıp, binlerce kilometre yolu uçup, Karacabey’de Adem Amca’yı buluyor. Aralarındaki dostluk şimdiden bir öykü kitabına, bir belgesel filmine ve bir sinema filmine (ve muhtemelen bir çok instagram gönderisine) konu oldu. İnsan böyle bir varlık, gördüğünü öyküleştirmeye ihtiyaç duyuyor. Şimdilerde bu öyküleştirme kitap ya da film biçimi ile gerçekleşiyor, öncelerde ise masal, destan, inanış gibi sözlü anlatıyla oluyordu, ama bir biçimde hep öyküleştiriliyor. İnsanı biçare bırakan koşullarda (ki bu koşullara yaşamın kendisi de diyebiliriz) öyküleştirme insanın özne olma hissini sürdürmesini sağlıyor muhtemelen. Artık o erişilemeyen yare turnalar selam söyleyebilir mesela. Ya da bir türküde yavrusunu kaybetmiş bir ceylana dertlenip kurtarmaya çalışırsak kendi kaybolmuşluğumuz azıcık daha başa çıkılabilir olabilir belki. Yine de artık doğanın “evcilleştirilmiş” bir promosyonu ile kendimizi kısıtlamış olduğumuz aklıma geldi şimdi. Artık kuşlarımız varsa da kafeslerde, bitkilerimiz saksılarda ya da peyzaj çalışmasının bir unsuru olarak sınırları belirlenmiş bir takım adacıklarda… Doğa ile yarenlik değil sahiplik ederek ilişkilenebiliyoruz. Belki de bu yüzden Adem Amca ile Yaren’in öyküsü masalsı. Ve belki de bu yüzden şehirde de olsa sahibi olmayıp yarenlik eden hayvanların olmasına ihtiyaç duyan bir yanımız var… Konuyu bağlamaya çalıştıkça başka bir çağrışım ve başka bir başlık açılıyor zihnimde. O yüzden burada sonlandırıyorum ama neden bu kadar derinleştiği üzerine düşüneceğim. Siz de düşünüp fikirlerinizi paylaşır mısınız?