Kognitif Psikoloji

Kognitif Psikoloji Bireysel - Çocuk Terapisi, Hipnoz, Atölye Çalışmaları, Online Danışmanlık, Çift ve Aile Terapisi, Bilişsel Rehabilitasyon

İnsanın ruhsal yaralanmaları, çoğu zaman dışarıdan fark edilmeyen fakat sinir sistemi düzeyinde güçlü etkiler bırakan de...
19/11/2025

İnsanın ruhsal yaralanmaları, çoğu zaman dışarıdan fark edilmeyen fakat sinir sistemi düzeyinde güçlü etkiler bırakan deneyimlerdir. Kayıp, kırılma, travma ya da duygusal ihmal… Her biri beynin tehdit algı merkezlerini harekete geçirir ve organizmayı “korunma moduna” geçirir. Böyle dönemlerde bireyin duyduğu sözler değil, algıladığı güven iyileştiricidir.İnsanın iç dünyasında açılan yaralar, çoğu zaman dışarıdan görünmez. Kanamazlar, kabuk bağlamazlar; ama derinlerde sızlamaya devam ederler. Böyle anlarda söylenen teselli sözleri çoğu zaman birer “yara bandı” gibi yapıştırılır üzerimize: İnce, geçici, yüzeysel… Oysa içimizde kanayan yerler, sözle değil, eşlikle iyileşir. Psikolojide duygusal eşlik, acıyı çözmeyi değil; acı çekenin yanında durmayı ifade eder. İnsan, zor bir deneyimin içinden geçerken, en çok çözüm değil şahitlik ister. Birinin onu “duyması”, “görmesi”, “orada olması” bile iyileştirici bir güç taşır. Çünkü acı, paylaşıldığında azalmasa bile çekilebilir hâle gelir. Hayali yara bantları da tam burada devreye girer. Bazen bir bakış, bir omuz, bir sessizlik… Her biri görünmeyen yaraların üzerine konulan görünmez bandajlar gibidir. Konuşmak yerine yanında oturan biri, akıl vermek yerine sessizce dinleyen biri, “geçer” demek yerine “buradayım” diyen biri… İnsanın en çok ihtiyaç duyduğu şey tam da budur.

İnsan, en önce ebeveynine bakmayı öğrenir.Bu bakış, bir dünyanın kaderi kadar belirleyici olabilir. Çünkü çocuğun gözler...
17/11/2025

İnsan, en önce ebeveynine bakmayı öğrenir.
Bu bakış, bir dünyanın kaderi kadar belirleyici olabilir. Çünkü çocuğun gözleri, henüz gerçeğin kıvrımlarını ayırt etmeye hazır olmadığında, gördüğü her şeyin üzerine bir iyilik cilası sürer. İşte idealizasyon dediğimiz şey, tam da bu ciladır: Gerçeği incitmeyecek kadar parlak, hayal kırıklığını geciktirecek kadar ışıklı.

Ama zaman, o parıltıyı ince ince törpüler.
Ve bir gün insan, baktığı o figürü ilk kez gerçekten görmeye başlar.Bakmak: Çocuğun Güven İçin Kurduğu Masal

Bakmak, dışarıdan içeri akıttığımız bir görüntüdür.
Çocuk için bu görüntü çoğu zaman kusursuzdur çünkü kusurlu bir dünyanın ağırlığını taşıyacak gücü yoktur. Bu nedenle:
• Eksikleri görmezden gelir,
• Hataları büyülü bir mantıkla açıklar,
• Acıları anne ya da babanın “mutlaka bir bildiği vardır” diye yutar.

Bakmak, bir ihtiyaçtır; çocuğun duygusal güvenliğini ayakta tutan ilk masaldır.
İdealize edilen ebeveyn, tam da bu masalın merkezinde durur. Görmek: Büyümenin Sessiz Devrimi

Görmek ise başka bir eylemdir.
Görmek cesaret ister; parıltıyı söndürme pahasına gerçeğe bakmayı…
Bir yetişkin, ebeveynini ilk kez gerçekten gördüğünde onun da korkuları, eksikleri, yarım kalmış yanları olduğunu fark eder.

Bu fark ediş, çoğu zaman sarsıcıdır.
Çünkü insan, kendi geçmişinin çatlaklarını fark ettiğinde içindeki hikâye de yeniden şekillenmeye başlar. Görmek, idealizasyonun çeperini kıran sessiz bir devrimdir.
İnsanın kader olduğunu sandığı şeyin aslında çocuklukta attığı bir imza olduğunu anladığı andır.

İnsan, dünyaya gelir gelmez bir coğrafyaya, bir dile, bir aile dinamiğine, bir ekonomik sınıfa ve belirli bir kültürel k...
17/11/2025

İnsan, dünyaya gelir gelmez bir coğrafyaya, bir dile, bir aile dinamiğine, bir ekonomik sınıfa ve belirli bir kültürel koda atılır. Bu “atılma”, insanın hiçbir seçiminin olmadığı ilk büyük temas noktasıdır. Bir çocuğun hangi evde doğacağı, o evin sevgi düzeyi, ekonomik imkânları, şiddet oranı, eğitim kapasitesi ya da değer sistemi tamamen rastlantı gibi görünür. • Güvenli bağlanma yaşayan bireyler, hayatı değiştirebilir bir süreç olarak görmeye yatkındır.
• Kaygılı ya da kaotik bağlanma yaşayanlar ise çoğu zaman dış güçlerin belirleyici olduğuna inanır; bu durum kaderciliğe psikolojik bir zemin oluşturur.

Yani kaderciliğin kökleri, çoğu zaman kaderin kendisinde değil, çocukluğun bilişsel ve duygusal örgüsünde bulunur.Martin Seligman’ın öğrenilmiş çaresizlik araştırmaları, kadercilik ile çocukluk deneyimleri arasındaki bağı açıkça gösterir.

Bir çocuk:
• Ne yaparsa yapsın sesini duyuramıyorsa,
• Evin dinamikleri tahmin edilemez ve kontrol edilemezse,
• Hataları sürekli cezalandırılıyorsa,
• Başarıları görmezden geliniyorsa,

zihni şu temel inancı oluşturur:
“Çabalasam da hiçbir şey değişmez.”

Bu, kaderciliğin psikolojik çekirdeğidir.
Kadercilik, genellikle bir psikolojik savunma mekanizmasıdır—insanın belirsizlikle baş etmek için geliştirdiği bir açıklama biçimi.
Doğduğumuz evin bize bıraktığı izler gerçektir, derindir ve inkâr edilemez.
Ama bu izlerin, yaşamın geri kalanını yönetme zorunluluğu yoktur.

Kader, koşulların bize yaptıklarıdır.
Kadercilik ise bu koşulları değiştiremeyeceğimize inanmamızdır.

İnsan bazen doğduğu evin gölgesinde büyür; fakat gölgenin yönünü tamamen belirleyen şey güneş değil, çoğu zaman insanın durduğu yerdir.

İnsanın Kendine Yabancılaşması: Güçlü Olmak mı, Görünmek mi?İnsan, çağlar boyunca hem doğayı hem kendini yenmeye çalıştı...
12/11/2025

İnsanın Kendine Yabancılaşması: Güçlü Olmak mı, Görünmek mi?

İnsan, çağlar boyunca hem doğayı hem kendini yenmeye çalıştı. Ama ne kadar ilerlediyse, kendine o kadar uzaklaştı. Bugün güçlü olmanın binbir tanımı var: başarı, statü, dayanıklılık, soğukkanlılık…Ama bütün bu tanımların altında tek bir soru sessizce yatıyor:
“Gerçekten güçlü müyüm, yoksa sadece öyle mi görünmek istiyorum?”
Modern insan, belki de tarihin hiçbir döneminde bu kadar “görünür” ama aynı anda bu kadar “kaybolmuş” olmamıştı. Çünkü artık güç, bir varlık hâli olmaktan çıktı; bir sahne performansına dönüştü. Ve biz, kendimizi alkışlatmaya çalışırken, yavaş yavaş kendimizi unutmaya başladık.

Güçlü Görünmenin Estetiği

Bir kahkaha, bir sosyal medya paylaşımı, bir “her şey yolunda” cümlesi…
Hepsi birer gösteri unsuru.
Güçlü görünmek, sadece duygularımızı saklamak değil, aynı zamanda onları tasarlamak hâline geldi. Artık üzgünken bile “olgun görünmeliyiz”, kırıldığımızda “ders almış gibi davranmalıyız.”
Yani duygular bile bir imaj yönetimine dönüştü.

Ama insanın doğası, bu kadar steril değil.
Gerçek hayat, kırık aynalarla doludur: parça parça gösterir bizi.
O aynalarda bazen korku, bazen öfke, bazen özlem yansır.
Ve biz o yansımaları sevmeyi değil, gizlemeyi öğrendik. Oysa gizlenen hiçbir duygu ölmez sadece insanı içten içe yabancılaştırır.

Bazı ilişkiler insanı büyütür, bazıları ise kendi gölgesine hapseder. Ruh sağlığımızı bozan kişiyi “hayatımızın aşkı” za...
11/11/2025

Bazı ilişkiler insanı büyütür, bazıları ise kendi gölgesine hapseder. Ruh sağlığımızı bozan kişiyi “hayatımızın aşkı” zannetmemizin nedeni, Fromm’un tanımıyla sahip olmaya dayalı sevgi anlayışıdır. Gerçek sevgi, bir varoluş biçimidir; sahiplenmek değil, birlikte var olabilmektir. Ama biz çoğu zaman sevmeyi değil, sahip olmayı öğreniriz. Bu da, kişiyi bir nesneye dönüştürür.
Kendini değersiz hisseden insan, aşkı bir kurtuluş biçimi olarak yaşar. Bu yüzden zarar gördüğü ilişkiye bile tutunur çünkü orada en azından bir “ben” vardır. Fakat o “ben”, sevgiyle değil korkuyla tanımlanır. Jung’un dediği gibi: “Kendini tanımayan insan, kaderini ilişkilerinde yaşar.”Bir ilişki iki ruhun birleşmesi değil, iki aynanın birbirine tutulmasıdır. Herkes kendi yansımasını görür. “Sen beni anlamıyorsun” diyen biri, çoğu zaman kendini bile anlamıyordur.
Haklı çıkmak isteyen insan, aslında görülmek ister; aşkı ise bu görülmeyi vaat eden en güçlü illüzyondur. Ancak bir noktadan sonra ilişki, iki egonun çatışmasına dönüşür: biri haklı olmak ister, diğeri affedilmek. Ve bu savaşta sevgi kaybeder. Çünkü sevgi, kendi haklılığını değil, karşısındakinin varlığını onurlandırır. Haklı çıkmak, anı kurtarır; anlamı yok eder.Haklı olmanın getirdiği kısa süreli tatmin yerine, ruhsal bütünlüğü korumak olgun bir varoluşun göstergesidir. Sartre’ın “özgürlük mahkûmiyeti” dediği şey de budur: insan, her durumda seçmek zorundadır. Ve bazen en özgür seçim, hiçbir savaşı sürdürmemektir.Kendini tanıyan insan, artık haklı çıkmak istemez; çünkü bilir ki, her haklılık bir savunmadır, her savunma bir korkunun perdesidir. Ve insan, gerçekten sevmeye başladığında artık haklı olma ihtiyacını değil, huzuru seçer. Belki de en büyük olgunluk, “Haklı olsam da, artık gerek yok” diyebilme gücüdür.

Yıkıcılıktan Minnete: Ruhun Kendini Onarma Sanatı İnsanın iç dünyası, sessiz bir savaş alanıdır. Sevme arzusu ile yok et...
10/11/2025

Yıkıcılıktan Minnete: Ruhun Kendini Onarma Sanatı İnsanın iç dünyası, sessiz bir savaş alanıdır. Sevme arzusu ile yok etme dürtüsü, aynı ruhun iki nabzı gibi birbirine dolanır. Her iyiliğin gölgesinde bir haset, her sevginin içinde bir tedirginlik yaşar. Bu nedenle insanın ruhsal yolculuğu, aslında kendi içindeki yıkıcılığı tanıma, onunla yüzleşme ve onu dönüştürme çabasıdır. Bu çabanın nihai biçimi, şükranın doğuşudur yani varoluşa, başkasına ve kendine karşı duyulan derin bir minnetin uyanışı. Yıkıcılık, yalnızca saldırganlık değildir; varoluşun dayanılmaz fazlalığına karşı duyulan öfkenin biçimidir. İnsan, kendi eksikliğini fark ettiğinde, başkasının bütünlüğüne saldırma eğilimi taşır. Haset, bu saldırının en erken ve en çıplak hâlidir: Başkasının sahip olduğu iyiliğe tahammül edememek, onun sahip olduğu bütünlüğü kendi yokluğuna karşı bir hakaret gibi algılamak.

Haset, benliği ikiye böler. Kişi hem sahip olmak ister hem de yok etmek. Bu çelişki, insanın tüm etik deneyimlerinin çekirdeğini oluşturur. Çünkü ancak yıkıcılığın ağırlığı hissedildiğinde, onun karşıtı olan sevginin, onarımın ve şükranın anlamı doğabilir. Yıkıcılıktan minnete uzanan bu yol, insanın ruhsal olgunluğunun haritasıdır. Bu yolun sonunda, insan kendi içindeki yıkıcılığı yok etmez; onunla yaşamayı, onu dönüştürmeyi öğrenir. Şükran, bu dönüşümün sessiz tanığıdır.

İnsan, doğası gereği bir bağ arar. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz bir bakış arar; sesimiz bir yankı, kalbimiz bir ...
05/11/2025

İnsan, doğası gereği bir bağ arar. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz bir bakış arar; sesimiz bir yankı, kalbimiz bir karşılık ister. Varoluşun ilk öğrenimi budur: “Ben, Sen’le varım.”
Fakat zaman geçtikçe bu bağ kurma hali, en temel ihtiyacımız olduğu kadar, en karmaşık çelişkimiz hâline gelir.
Köklerdeki Çatlak: Korkuyla Başlayan Yakınlık
Bağ kurmak, teslimiyeti gerektirir; ama her teslimiyet bir kayıp olasılığı taşır. Çocuklukta öğreniriz bunu bir gün sevgiyle sarılan elin, ertesi gün uzaklaşabileceğini…O ilk terk ediliş, bir güven kırığı bırakır içimizde. Sonra büyürüz ama o korku da bizimle büyür: Birine yaklaşmak isteriz, ama yaklaşınca kaybolmaktan korkarız.
Psikoloji buna bağlanma yarası der; felsefe ise bunu varoluşsal kaygı olarak tanımlar.Modern insan, bağı bireyselliğine tehdit sayar.
“Kimseye muhtaç olmamak” bir güç göstergesi hâline gelmiştir. Oysa duvarlarla örülmüş bir benlik, zamanla kendi yankısında boğulur.
Bağ kuramayan insan özgür değil, yalnızdır çünkü anlam, bir başkasının varlığında yankılanmadıkça tamamlanmaz.
Nietzsche’nin dediği gibi, “insan kendini aşarak var olur” ama kendini aşmanın yolu, ötekinin sınırına temas etmekten geçer.Tamamlanmak mı, Tanıklık Etmek mi? Aslında insan hiçbir zaman tam olmaz. Tamamlanmak bir yanılsamadır; çünkü benlik bir süreçtir, bir oluş hâlidir.
Bir ilişkide aradığımız şey tamamlanmak değil, tanınmaktır. Biri bize “Seni görüyorum” dediğinde, içimizdeki eksik parça bir anlığına ışıkla dolar. O an, varoluş anlam bulur.
Ama o ışığın geçiciliği, bağın kalıcılığından daha gerçektir. Ve belki de “Ben” dediğimiz şey, hâlâ “Sen”in sessizliğinde yazılmayı bekleyen bir cümledir.

Nietzsche’nin bu kısa ama derin sözü, insan ruhunun iki farklı hâlini birbirinden ayırır. Yalnızlık, insanın kendisiyle ...
05/11/2025

Nietzsche’nin bu kısa ama derin sözü, insan ruhunun iki farklı hâlini birbirinden ayırır. Yalnızlık, insanın kendisiyle baş başa kalmayı seçtiği, bilincin kendi derinliğine yöneldiği bir durumdur. Terk edilmişlik ise seçilmiş değil, maruz kalınmış bir yalnızlıktır bir yoksunluk, bir eksilmedir. İnsan, terk edilmişlikte eksik hisseder; yalnızlıkta ise tamamlanma arayışına girer. Ancak bu iki duygunun sınırları, çoğu zaman bulanıktır. Çünkü insanın terk edilme korkusu, en eski hafızasında yani çocukluğunda şekillenir.Psikolojik olarak çocukluk, insanın benlik gelişiminin en kırılgan dönemidir. Sevgiyle karşılanmak, kabul görmek, bir çocuğun ruhsal bağışıklığını oluşturur. Oysa reddedilme ya da duygusal ihmal, bu bağışıklığı zayıflatır.Bu nedenle, yetişkin olduğumuzda yaşadığımız her kayıp ya da yalnızlık anı, yalnızca mevcut olayla değil, geçmişteki eksik sevgiyle rezonansa girer.

Yarayı çocuklukta aramamızın nedeni budur: çünkü asıl yara orada açılmıştır.
Nietzsche’nin “terk edilmişlik” dediği duygu, bir varoluşsal eksilmedir. İnsan, çocukken bir başkasının sevgisine tamamen muhtaç olduğu için, o sevginin çekilmesi ruhunda “ölüm provası” etkisi yaratır. Yetişkinliğimizde bu deneyimi hatırlamamak için türlü maskeler takarız — başarı, aşk, statü, üretkenlik… Ama her biri, derinlerdeki o eski korkunun üzerini örten birer örtüdür.Yarayı çocuklukta aramak, aslında geçmişi kurcalamak değil; bugünkü benliğimizi anlamaya çalışmaktır. Çünkü insan, geçmişin yankılarından yapılmıştır.Terk edilmişlik hissi, bizi yalnızlıktan korkutabilir; ama aynı zamanda yalnızlığın öğretmenidir. Nietzsche’nin sözü bu nedenle hem uyarıdır hem davet:Terk edilmişlik bizi kırar, yalnızlık bizi kurar. Ve belki de iyileşme, çocukluğun yarasına geri dönüp, o zaman eksik kalan sevgiyi artık kendimize verebilmekle başlar.

📚📘
01/11/2025

📚📘

Kadın, bir sessizlikte uyanır.Kelimelerden arınmış bir sabahın içinde,sesini duyamadığı bir yankının ortasında.Erkek hâl...
23/10/2025

Kadın, bir sessizlikte uyanır.
Kelimelerden arınmış bir sabahın içinde,
sesini duyamadığı bir yankının ortasında.
Erkek hâlâ konuşuyordur belki ama söyledikleri değil, söyleyemedikleri yakar içini.Kohut’un dediği gibi, her narsisistin içinde bir yarım kalmış çocuk yaşar.O çocuk bir zamanlar bir annenin gözünde parlamak istemiştir;ama o göz bir anlığına bile ışımasını kaçırmıştır. İşte o an, bir sessizlik doğmuştur.Ama erkek, kadının sesini kendi suçluluğu gibi duyar.
Kadın bağırdıkça, o geri çekilir.
Kadın direndikçe, o “toksik” der.
Kadın ağladıkça, o “dramatik” der.
Ve kadın, sonunda, gerçekten sessizleşir.

Bu sessizlik artık barış değil,
görülmeyenin küskünlüğüdür.
Kohut buna “kendilik yarası” derdi.
Ben buna “yankısız bir rahim” diyorum.

Sessizlik, bir kadın bedeninde bazen mezar,
bazen rahim olur.
Erkek, kendi aynasını orada saklar.
Kendini görmediğinde, kadının yüzünü suçlar.
Kendilik kırık, sevgi keskin,
ve sessizlik her şeyi yutar.

Kadın yavaş yavaş bozulur.
Sevdiği adamın suskunluğunda çözülür;
bir zamanlar “biz” dediği yerde,
artık sadece toz gibi bir “ben” kalır.
Sonra suçlama gelir:
“Sen değiştin.”
Evet, der kadın içinden,
ben sessiz kaldım,
ama sessizliğin içinde başka bir ses büyüdü.
ve o sessizlik büyüyüp bir erkek olmuştur. Terapide bir gün o sessizlik yeniden doğar.
Ama bu kez başka bir sessizliktir.
Ceza değil, tanıklık olan bir sessizlik.
Terapist konuşmaz sadece duyar.
Kohut’un diliyle, empatik sessizliktir bu.
Bir rahim gibi tutar,
bir anne gibi taşır,
bir yankı gibi geri verir.

Kadın, ilk kez biri tarafından duyulmadan da anlaşılmanın mümkün olduğunu hisseder.
Sessizlik artık mezar değildir.
Sessizlik, yeniden doğuşun rahmidir.Sessizlik bir zamanlar onu öldürmüştü.
Şimdi aynı sessizlik onu doğurur.
İşte bu paradokstur terapinin şiiri:
ölümle yaşamın aynı rahimde buluşması.

Ve o rahim, artık bir erkeğin değil,
kadının kendi kendiliğinin rahmidir.

16/10/2025
Erken çocukluk döneminde anneyle kurulan ilişki, bireyin nesne ilişkileri dünyasının temelini oluşturur. Annenin tutarlı...
14/10/2025

Erken çocukluk döneminde anneyle kurulan ilişki, bireyin nesne ilişkileri dünyasının temelini oluşturur. Annenin tutarlı bir sevgi, bakım ve kabul sunamaması, çocuğun benlik bütünlüğünü ve nesne sürekliliğini zedeler. Bu durum, ilerleyen yaşlarda öfke, değersizlik, terk edilme korkusu ve bu duygulara karşı geliştirilen savunma mekanizmalarıyla kendini gösterir. Özellikle bazı bireylerde bu eksiklik, “tüm kadınlardan intikam alma” veya “sevilmemişliğin bedelini ödetme” yönünde bir bilinçdışı motivasyona dönüşür. Anneden alınamayan sevginin ardından gelişen öfke, yalnızca anneye değil, onun temsil ettiği tüm kadın figürlerine yönelir. Bu noktada birey, bilinçdışı düzeyde şu inancı taşır:

“Kadınlar sevilmeye değmez, çünkü beni sevmediler.”

Bu inanç hem bir savunmadır hem de bir yeniden yaşama (re-enactment) biçimidir. Kişi, geçmişte anneyle çözülememiş çatışmayı her yeni kadınla yeniden kurar. Kadını idealleştirir, ardından değersizleştirir ve sonunda terk eder böylece kendi pasif kurban konumundan aktif fail konumuna geçer. Tüm kadınlara yöneltilen intikam, aslında annenin sevgisizliğine karşı duyulan yıkıcı özlemin ve kendilik onarımının bir biçimidir. Bu döngü ancak kişi kendi içindeki “terk edilmiş çocuk”la yüzleştiğinde ve sevgi ile öfkeyi bütünleştirebildiğinde son bulabilir.

Address

Hürriyet Mahallesi Ziya Şira Sokak Cengizhan Konakları B Blok Kat: 2 Daire: 7
Tekirdag

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Kognitif Psikoloji posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Practice

Send a message to Kognitif Psikoloji:

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram

Category