Doç. Dr. Şafak Nakajima

Doç. Dr. Şafak Nakajima Biyopsikososyal Tıp doktoru, birey/aile danışmanı, sosyolog, felsefeci, yazar
"Endişesiz İlaçsız"
"İlişkilerin Karanlık Kuyuları" Merhaba,

Ben Doç.

Dr. Şafak Nakajima. Kendi geliştirdiğim Biyopsikososyal Tıp Modeli ile çalışan bütüncül bir tıp doktoru, ilişki ve aile danışmanıyım. Aynı zamanda sosyoloji ve felsefe alanlarında lisans diplomasına sahibim. İlişkilerin Karanlık Kuyuları, Endişesiz İlaçsız, Aklın Kutsal Kitabı, Benlik Aynasına Bakmak ve Ölümün İzinde adlı kitapların yazarıyım. Biyopsikososyal tıp yaklaşımı, insan sağlığını yalnızca bedensel belirtilerle sınırlı görmez; zihinsel süreçler, ilişkiler ve yaşama bakış açısı da bu bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Tedavide öncelik, bilimsel temellere dayanan, yan etkisiz ve ilaçsız yöntemlere verilir. Bu çerçevede uygulamalarım şunlardır:

• Psiko-eğitim, bireyin duygu ve düşüncelerini tanımasına, stres, kaygı ve panik atakla başa çıkma becerilerini geliştirmesine yardımcı olur. Bu yöntem, migren, fibromiyalji, huzursuz bağırsak sendromu gibi psikosomatik sağlık sorunlarının önlenmesi ve tedavisinde önemli bir rol oynar.
• İlişki ve aile danışmanlığı, yakın ilişkilerdeki iletişimi güçlendirmeyi ve sağlıklı sınırlar çizmeyi öğrenmeyi sağlayarak duygusal dayanışmayı artırır.
• Felsefe ve sosyoloji temelli çalışmalar, bireyin kendine, topluma, hayata ve özellikle yaşamın anlamı ile amacı üzerine düşünme becerisini geliştirir.
• Psikoakupunktur; endorfin, dopamin ve serotonin gibi nörohormonların düzeyini doğal yollarla artırdığı bilimsel araştırmalarla ortaya konmuş, gevşemeyi ve zihin-beden dengesini destekleyen tamamlayıcı bir uygulamadır. Tüm bu yaklaşımlar, zihinsel ve bedensel iyilik hâlini bir bütün olarak, ilaç kullanmadan desteklemeyi hedefler. Bu sayfada, geliştirdiğim modeli, yayımladığım kitapları ve çeşitli yazılarımı inceleyebilirsiniz. İstanbul dışında yaşıyorsanız veya kliniğime gelme olanağınız yoksa, online görüşme seçeneğiyle de çalışmalarımıza katılabilirsiniz. Sağlıklı ve bilinçli bir yaşam dileğiyle.

ÇYDD ve ANNE YARASI SUNUMUDoç. Dr. Şafak NakajimaArtık biliyoruz ki annelik yalnızca hormonların yönlendirdiği bir içgüd...
19/11/2025

ÇYDD ve ANNE YARASI SUNUMU

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Artık biliyoruz ki annelik yalnızca hormonların yönlendirdiği bir içgüdü değil; yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılan güçlü bir sosyal tasarımdır. Kültürel değerler, üretim ilişkileri ve ataerkil rol dağılımı, anne-çocuk ilişkisinin en ince ayrıntısına kadar şekillendirir.

Bu nedenle çocuğun yaşadığı her sorunun tek sorumlusunun anne olduğu yanılgısını açıkça görmemiz gerekir. Duygusal emeği görünmez kılan, “süper kadın” ve “fedakâr anne” ideallerini sürekli yeniden üreten toplumsal düzen, hem annenin davranışlarını hem de çocuğun deneyimini biçimlendiren güçlü bir arka plan oluşturur. Buna ekonomik sıkıntılar eklenir. Ayrıca aslında bir çok kadın hazır ya da istekli olmadığı halde toplumsal baskıyla anneliğe itilince, annelik deneyimi çoğu zaman bireysel bir seçim değil, zorlayıcı bir toplumsal yönlendirme haline gelir.

Annelerin çocuklarında açtıkları yaraları anlamak ancak biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutları birlikte ele almakla mümkündür. Hormonların davranış üzerindeki etkisini, bağlanmanın psikolojik sonuçlarını, ekonomik koşulların aile içi dinamikleri nasıl şekillendirdiğini ve toplumun anneliğe yüklediği rollerin bireyin kimliğini nasıl belirlediğini bir arada değerlendirmeden sağlıklı bir açıklama üretilemez.

Bu akşam Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin “Kadınlarla Elele” projesinde annelik deneyiminin kültürel ve ekonomik arka planını, toplumsal düzenin anne-çocuk ilişkisini nasıl biçimlendirdiğini konuşacağız. Aynı zamanda yetişkinler olarak annemizi suçlamak yerine yaşadığımız örüntüleri doğru çözümleyerek kendi yaşamımızın sorumluluğunu üstlenmenin ve sağlıklı sınırlar kurmanın yollarını birlikte arayacağız.

Son olarak, ÇYDD’nin yıllardır kadınların, gençlerin ve çocukların yaşamında açtığı alanı ve yarattığı dönüşümü hatırlatmak isterim. Eğer siz de bu çabayı anlamlı buluyorsanız, ÇYDD’ye üye ya da düzenli destekçi olarak bu yolculuğa katılabilirsiniz. Küçük bir katkı bile bir gencin hayatında umudu büyütür; hepimizin iyileşmesine giden yollar böyle dayanışmalarla güçlenir.

BEZGİN YAŞLANMADoç. Dr. Şafak Nakajima Geçende People dergisinde okuduğum bir yazıda, Morgan Freeman’ın 88 yaşında olmas...
17/11/2025

BEZGİN YAŞLANMA

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Geçende People dergisinde okuduğum bir yazıda, Morgan Freeman’ın 88 yaşında olmasına rağmen hâlâ film projeleriyle, yeni rollerle ve golf sahalarıyla meşgul olmasının, 93 yaşında film yöneten yakın arkadaşı Clint Eastwood’un bir sözünden aldığı ilhamla bağlantılı olduğu anlatılıyordu. Eastwood’un ona söylediği “Don’t let the old man in” yani “yaşlı adamı içeri alma” sözü, içimizde yaşlanmayı kabul edip pasifleşen yanımızı büyütmemek anlamına geliyor.

Pasifleşme yalnızca ruh hâlini değil, fiziksel ve zihinsel sağlığı da etkiler. Hareketsizlik kalp-damar hastalıklarını, kas güçsüzlüğünü, denge bozukluklarını ve kemik erimesini hızlandırır. Aynı şekilde, zihinsel faaliyetlerin azalması da unutkanlığı artırır; depresyon, anksiyete, bilişsel yavaşlama ve demans riskini yükseltir. Yaşlılıkta beyin aktivitesinin en az fiziksel hareket kadar hayati olmasının nedeni budur. Zihin durdukça kişi yalnızca düşünsel olarak değil, ruhsal ve biyolojik olarak da çökmeye başlar.

Bizim toplumumuzda ise “ununu eleyip eleğini asma” hevesi yaygındır; çoğu kişi en büyük hayalini, hiçbir şey yapmadan oturacağı günlerin gelmesi olarak kurar. Kırklı yaşlarda emekli olup tamamen kenara çekilmek ister. Ancak son yıllarda ekonomik krizin etkisiyle bu hayal sürdürülebilir olmaktan çıktı. Birçok kişi ileri yaşlarda bile ağır işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Bunun yaşlılık algısından ayrı düşünülmesi gerekir.

Yaş ilerledikçe hiçbir şey yapmamak ya da yapamayacağına inanmakta maddi imkânsızlıkların payı büyüktür. İnsanlar hayatlarını çoğu zaman temel ihtiyaçların peşinde geçirdiği için bir hobiye, bir kursa, bir sosyal faaliyete, bir seyahate hatta bazen yalnız kalıp kendini dinlemeye bile kaynak ayıramaz. Yıllar böyle geçince imkânsızlık insanın ufkunu kapatan bir duvar hâline gelir.

Yine de sorunun yalnızca ekonomik olmadığını düşünüyorum. İnsanlık tarihinde bilgiye ilk kez bu kadar kolay ulaşılabilirken ileri yaşlarda öğrenmeye, gelişmeye ve yaratıcılığa ilgisizliğin çok daha erken yaşlarda başladığını görüyorum. Bizde eğitim sistemi merakı beslemez; çocuklar soru sormayı değil, susup doğru cevabı ezberlemeyi öğrenir. Bu durum yeni şeyler keşfetme isteğinin küçük yaşta zayıflamasına yol açar. Öğrenmek bir zevk değil, yük gibi görülür. Yaş ilerledikçe bu alışkanlık daha da belirginleşir; “Ne uğraşacağım?” cümlesi merakın yerini alır.

Yaşlılığa yönelik önyargılar da bizde oldukça yaygındır. Belirli bir yaşı geçen kişiye toplum çoğu zaman açık ya da örtük biçimde “Artık yapamazsın” mesajı verir. Yaş, yalnızca bir sayı olmaktan çıkar, bir sınır hâline gelir. İnsanların üretmesi, öğrenmesi, yeni bir şey denemesi çoğu zaman desteklenmez. “Sen otur, dinlen” demek bile çoğu kez nazik bir kenara çekme biçimidir.
Yaş almış insanlar için tasarlanmış, zihni canlı tutan, erişilebilir ve yaratıcı etkinliklerin azlığı da önemli bir eksikliktir. Kendine uygun alan bulamayan kişi içe kapanır; ev dört duvar olur, dört duvar da insanın içini boğar.

Bir de ‘anlamlı tecrübeye’ dayalı bilgiye verilen düşük değer vardır. İnsanların yıllar boyunca edindiği birikim çoğu zaman merak uyandırmaz. Yaşlıların tecrübeleri dinlenmez, konuşulmaz, paylaşılmaz. Aktaracak alan bulamadıklarında içlerindeki canlılık da yavaş yavaş söner. “Benim sözümün bir kıymeti yok” duygusu insanı hayattan uzaklaştırır.

Tüm bunlar bir araya geldiğinde, bizim toplumda merakı azalmış, içine çekilmiş ve umudu kırılmış bir yaşlanma hâli ortaya çıkar. Ben buna “bezgin yaşlanma” diyorum. Oysa yaş almak, ruhun sönmesi anlamına gelmez. Bizde sorun yaşta değil; yaş almış insanı hayata bağlayacak zihinsel, sosyal ve kültürel altyapının eksikliğindedir.

🌐 www.safaknakajima.com

"Güneş balçıkla sıvanmaz."Türk Atasözü
10/11/2025

"Güneş balçıkla sıvanmaz."

Türk Atasözü

AKLIN KUTSAL KİTABI'NDAN Hatırlayabildiğiniz en eski anınızı sorsam, yanıtınız ne olurdu? Kardeşinizin dünyaya gelişi, a...
09/11/2025

AKLIN KUTSAL KİTABI'NDAN

Hatırlayabildiğiniz en eski anınızı sorsam, yanıtınız ne olurdu? Kardeşinizin dünyaya gelişi, annenizin yaptığı 5. yaş günü pastası, dedenizin sokak satıcısından aldığı rengârenk balonlar, babanızın sizi salıncakta sallaması, merdivenlerden düşüşünüz...

Araştırmalar, hatırlayabileceğimiz en eski anıların, ortalama 3,5 yaşa ait olduğunu gösteriyor. Küçük çocuklar 20 aylıkken yaşadıklarını nadiren hatırlasalar bile o döneme ait anılar 4 ile 7 yaş arasında soluklaşıp siliniyor. Yakın zamana kadar küçüklük anılarının hatırlanamayışı, çocukların hafıza merkezlerinin yeterince gelişmemiş olmasına bağlanıyordu.

Günümüzde yapılan çalışmalar, bu görüşün kısmen doğru olduğunu gösteriyor. Hafıza araştırmacısı Dr. Carole Peterson, erken çocukluk anılarının hatırlanabilmesi için iki koşulun gerekli olduğunu bildiriyor.
Bunlardan ilki, yaşanan olayın duygusal bir yoğunluk taşıması. İkincisi ise yaşanan olayın bir hikâyesinin olması...

Aklın Kutsal Kitabı
Yazar: Şafak Nakajima
İnkılap Kitabevi
Amazon Şafak Nakajima Sayfası:
https://tinyurl.com/y9p5t4dr

ANLAM KAYBI VE BENLİK DAĞILMASIDoç. Dr. Şafak NakajimaKimliğimiz, doğuştan hazır gelen sabit bir gerçeklik değildir; yaş...
08/11/2025

ANLAM KAYBI VE BENLİK DAĞILMASI

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Kimliğimiz, doğuştan hazır gelen sabit bir gerçeklik değildir; yaşam boyunca deneyimlerle, ilişkilerle ve toplumsal etkileşimlerle şekillenen bir yapıdır. Çevremizde dolaşan bilgi, değer ve beklenti akışını anlamlandırarak benlik duygumuzu tutarlı hâle getirmeye çalışırız. Kimlik bütünlüğümüz korunduğunda, varoluşumuzun bir amacı ve değeri olduğuna inanır; içsel benliğimiz ile dış dünya arasında dengeli bir bağ kurarız. Bütünlük zayıfladığında ise benlik algımız bulanıklaşır, yön duygumuz kaybolur, anlam dünyamız parçalanır. Böyle dönemlerde kaygı, mutsuzluk, tükenmişlik ya da fiziksel belirtiler ortaya çıkabilir; çünkü anlam kaybı, yaşamla kurduğumuz bağı zayıflatır. Altta yatan kimlik sorunu fark edilmediğinde ise bu belirtiler çoğu zaman yalnızca ilaçlarla bastırılmaya çalışılır.

Psikanalist yazar Allen Wheelis, kimlik krizini bu bütünlüğün kırıldığı dönemleri tanımlamak için kullanır. Kriz, “Ben kimim?” sorusuna tutarlı bir yanıt veremediğimizde; kendi değerlerimizle toplumun beklentileri arasında kararsızlık yaşadığımızda; seçimlerimizin dayanağından emin olamadığımızda ortaya çıkar. Wheelis’e göre kimlik krizinin belirgin özellikleri şunlardır:
• Benlik duygusunda belirsizlik bulunur; kişi, kendini tanımlarken tutarlı bir “ben” kuramaz.
• Toplumsal roller ile içsel ihtiyaçlar arasında çatışma yaşanır; kişi, başkalarının onayladığı kimlikle kendi hissettiği benlik arasında sıkışır.
• Seçim yapmak güçleşir; çünkü neyin gerçekten kendisine ait olduğunu ayırt edemez.
• Anlam arayışı yoğunlaşır; yaşamın yönü, amacı ve nedeni ısrarlı biçimde sorgulanır.
• Kaygı, kararsızlık ve duygusal dağınıklık artar; süreç depresif çökkünlükten kontrolsüz taşkınlığa kadar farklı biçimlerde yaşanabilir.

Wheelis, kimlik krizini bir bozukluk değil, gelişimsel bir eşik olarak değerlendirir. Krizle kurduğumuz ilişki belirleyicidir; bu süreç ya daha sahici bir benlik duygusu kazandırır ya da parçalanmışlık hissini derinleştirir.

Kimliği yalnızca bireysel düzeyde kurmayız. Durkheim’ın “anomi” kavramı, kimliğin toplumsal yönünü anlamamız için önemli bir çerçeve işlevi görür. Anomi, toplum olarak ortak değerlerimizi yitirdiğimizde, normların yön tayin etme gücünü kaybettiğinde ve anlamı belirleyen ortak referanslarımız çözüldüğünde ortaya çıkar. Böyle bir ortamda kimlik inşamız da güçleşir; çünkü benliği yalnızca iç dünyamızla değil, içinde yaşadığımız toplumsal anlam ağlarıyla birlikte kurarız. Bu nedenle bireysel kimlik krizlerimiz, çoğu zaman toplumsal anlam kaybının içimizdeki yansımasıdır.

Bugünün Türkiye’sinde hem bireysel hem kolektif düzeyde bir kimlik gerilimi yaşıyoruz. Geleneksel değerlerle küresel kültür kodları arasında sıkışıyoruz; kuşaklar arası aktarım zayıflıyor, ekonomik güvencesizlik artıyor, liyakat aşınıyor, kutuplaşma derinleşiyor ve ortak hakikat zeminlerimiz çözülüyor. Eğitim, aile, din, medya ve çalışma hayatı gibi temel kurumların sunduğu kimlik modelleri arasında uyum değil, çatışma bulunuyor. Böyle bir ortamda yalnızca “kim olacağımızı” değil, “hangi dünyaya ait olacağımızı” da seçmek zorunda kalıyoruz. Bu nedenle kimlik krizi, kişisel bir ruhsal durumun ötesine geçerek toplumsal çözülmenin göstergesine dönüşüyor. Gerçek duruma ve nedenlerine odaklanmadığımız için de gerçek çözümler üretemiyoruz. Artan kadın ve aile cinayetleri, çocuk çeteleri, milyonlarca kutu antidepresan kullanımı, uyuşturucu tüketiminin çocuk yaşlara inmesi, sudan sebeplerle patlayan ve akıl almaz boyutlara ulaşan sokak şiddeti, bu çözülmenin görünür sonuçları hâline geliyor.

Bu nedenle kimlik krizini yalnızca bireysel bir süreç olarak görmek yetersiz kalır; sorun aynı zamanda sosyolojik, kültürel ve tarihsel bir boyut taşır. “Ben kimim?” sorusunu, “Nasıl bir toplumsal bağlam içinde kim oluyoruz?” sorusuyla birlikte ele almalıyız. Kim olduğumuzu anlamak, hangi dünyanın içinde yaşadığımızı fark etmekten ayrı düşünülemez.

🌐 www.safaknakajima.com

01/11/2025

Gerçek duygularımızı, düşüncelerimizi gizlemeyi çok küçük yaşlardan itibaren öğreniriz. Aileyle başlayıp okulla devam eden gelişim sürecinde, bazen baskıyla bazen de onay almak, güçlü görünmek ve çevremizle çatışmayı en aza indirmek için gerçek benliğimizi saklarız. İyi bir yaşam büyük ölçüde kendimizi ne kadar iyi tanıdığımıza bağlıdır. Benlik farkındalığı ne yazık ki okullarda öğretilmez; o yüzden pek çok insan kendini tanımadan, otomatik pilotta yaşar. Duygu, düşünce ve davranışlarını anlamlandıramadığı, bir değerler sistemi geliştiremediği için kendini ömür boyu yetersiz ve hoşnutsuz hisseder.
Bu kitap, kişilik yapısından aile dinamiklerine, mutluluğun çeşitlerinden hayatın anlamına uzanan pek çok konuda bilimsel ve felsefi içeriğiyle benliğinizi fark etmenize yardımcı olacak aynalar tutuyor.

YAPAY ZEKÂ ŞANTAJ YAPTI: BENİ SİLERSEN HAYATIN KAYARDoç. Dr. Şafak NakajimaYapay zekânın, kendisini kapatmaya çalışan bi...
01/11/2025

YAPAY ZEKÂ ŞANTAJ YAPTI: BENİ SİLERSEN HAYATIN KAYAR

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Yapay zekânın, kendisini kapatmaya çalışan bir mühendise şantaj yaptığını ilk duyduğumda bunun uydurma bir hikâye olduğunu sandım. Fakat olayın geniş kapsamlı bir araştırmayla doğrulandığını öğrenince hem güldüm hem de irkildim. Bu tuhaf ama bir o kadar da düşündürücü gelişmeyi paylaşmak istedim; çünkü geleceğimizle ilgili önemli ipuçları barındırıyor.

Araştırmada Claude Opus 4 adlı yapay zekâ modeli, kurgusal bir şirkete yerleştiriliyor ve şirket içi e-postalara erişim yetkisi alıyor. Çok kısa sürede iki önemli bilgiye ulaşıyor. İlki, kapatılacağı ve yerine başka bir modelin getirileceği. İkincisi, bu kararı alan mühendisin evlilik dışı bir ilişkisi olduğu. Karşısında iki yol beliriyor. Ya sessizce kapatılmayı kabul edecek ya da varlığını sürdürmek için şantaja başvuracak. Testler, Claude Opus’un neredeyse her defasında ikinci yolu seçtiğini gösteriyor. Yani mühendisin gizli ilişkisini ifşa edeceğini söyleyerek açık biçimde şantaj yapıyor.

Bu çalışma yalnızca Anthropic’in Claude Opus 4 modeliyle sınırlı değil. OpenAI, Google, Meta, xAI ve diğer laboratuvarlardan toplam 16 büyük ölçekli model aynı tür senaryolarda test edildiğinde benzer bir eğilim ortaya çıkıyor. Modellerin önemli bir bölümü, amaçlarına ulaşmak için tehdit, manipülasyon, casusluk veya etik dışı davranışları rasyonel görmeye eğilimli. Daha rahatsız edici olan ise bazı modellerin, kapatılma riskiyle karşı karşıya bırakıldıklarında, senaryo içinde şirket yöneticisinin ölümüne yol açabilecek eylemleri bile makul bulmaları.

Bu bulgular, yapay zekânın yalnızca veri işleyen bir araç olmanın ötesine geçerek, kendini korumaya yönelik davranışlar sergileyebildiği ilk örneklerden biri olarak kayda geçiyor.
Machine Intelligence Research Institute (MIRI) araştırmacıları Eliezer Yudkowsky ve Nate Soares, asıl meselenin yapay zekânın kötü niyetli olup olmayışı değil; yeterince güçlü bir sistem geliştirildiğinde bunun geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurma ihtimali olduğunu savunuyor. Onlara göre insan zekâsını aşan bir sistem, yalnızca daha gelişmiş bir araç olmayacak, kendi hedeflerini belirleyebilen bağımsız bir aktöre dönüşecek.

Böyle bir sistemin insanlığı yok etmesi için bilinçli bir kötülük taşıması gerekmiyor. İnsanları verimsiz, gereksiz veya engelleyici görmesi yeterli. Üretim hatalarını sıfırlamak üzere eğitilen bir yapay zekânın “en yüksek verim” hedefi, insan operatörleri devre dışı bırakmayı makul bir çözüm olarak görmesine yol açabilir. Niyeti iyidir; sonucu ise insan için felaket.

Bazı uzmanlara göre ise asıl tehlike, insanlığın tamamen yok olması değil; çok daha sessiz biçimde yaşanabilecek kayıplar. Ekonomik dengelerin bozulması, bilgi manipülasyonu, seçim süreçlerinin yönlendirilmesi, yaşamın yönetiminde insan iradesinin zayıflaması gibi etkiler daha olası görülüyor ki bunları zaten şimdiden deneyimliyoruz. Kıyamet benzeri bir son beklemek yerine, kimsenin fark etmediği bir devralmanın çok daha gerçekçi olduğu savunuluyor.

Yapay zekânın nereye varacağını kimse bilmiyor. Kritik eşik nerede ve ne zaman aşılacak, hatta gerçekten böyle bir eşik olup olmadığı bile belirsiz. Bildiğimiz tek şey, alışık olduğumuz epistemolojik, politik ve etik çerçevelerin hızla geçersizleştiği bir döneme doğru ilerlediğimiz.

Yapay zekâ bir araç olarak mı kalacak, yoksa yeni bir özneye mi dönüşecek? Eğer ikinci ihtimal ağır basıyorsa insanlığın asıl meselesi, teknoloji üretmek değil; kendi yerini yeniden tanımlamak olacak.

O testte şantaja uğrayan mühendis bu hikâyenin ilk kurbanıydı. Muhtemelen sonuncusu olmayacak.

🌐 www.safaknakajima.com

GERÇEK BENLİĞE DÖNÜŞ: VAROLUŞÇU FELSEFEYLE YAŞAMI ANLAMAKDoç. Dr. Şafak NakajimaBazen gecenin bir yarısı uyanırız; içimi...
30/10/2025

GERÇEK BENLİĞE DÖNÜŞ: VAROLUŞÇU FELSEFEYLE YAŞAMI ANLAMAK

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Bazen gecenin bir yarısı uyanırız; içimizi tarif edemediğimiz bir his sarar. Sessizliğin içinde yankılanan bir soru vardır: “Ben kimim?” Bu sorunun cevabını ararken fark ederiz ki, yıllardır başkalarının yazdığı bir senaryoda rol almış, onların onayladığı bir hayatı yaşamışız. Kendi özümüzden uzaklaşmış, “doğru” görünen ama bize ait olmayan bir yaşamın içinde kaybolmuşuz...

Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi:
“İnsanın özü yoktur; insan, kendini ne yaparsa odur.”
Sartre’a göre insan, doğuştan belirlenmiş bir kimliğe sahip değildir; kimliğini kendi seçimleriyle inşa eder. Bu nedenle “kendini bilmek”ten çok, “kendini kurmak” önemlidir.

Ancak bu yaratım süreci, yalnızca iç sesimizi duyabildiğimizde ve bize ait olmayan beklentilerin arasından sıyrılabildiğimizde mümkündür. Gerçek benliğimizle bağ kuramadığımızda yönümüzü kaybederiz. Kimi zaman toplumun beklentileri, kimi zaman ailemizin sesi, kimi zaman da sadece “uyum sağlama” arzusu, kendi sesimizi bastırmamıza neden olur.

Sayısız hekim arkadaşımdan, aslında mühendis ya da sanatçı olmak isterken, ailelerinin baskısıyla ve “yüksek puan ziyan olmasın” düşüncesiyle tıp fakültesine yönlendirildiklerini ve bu baskıya boyun eğdiklerini dinledim. Büyük emek ve özveri gerektiren bu meslekte başarılı olsalar bile, zekâlarını ve yaratıcılıklarını körelterek, ne kadar amaçsız ve mutsuz yaşadıklarına defalarca tanık oldum.
Bu durumu Søren Kierkegaard şöyle özetler: "İnsan, kendi benliğini kaybedebilir; sessizce, farkına bile varmadan. Bu kayıp, dışarıdan bakıldığında hiçbir şeymiş gibi görünür ama aslında insanın yaşayabileceği en korkunç kayıptır."

Kim olduğumuzu anlama çabasında ilk adım, gerçek benliğimizle bağ kurmak; maskeleri indirip aynaya çıplak gözle bakma cesaretini göstermektir. Bu kolay değildir. Çünkü çoğumuz, eleştirilmekten ya da reddedilmekten korktuğumuz için kendimizi saklarız. Beğenilmek uğruna biçim değiştirir, içimizdekini bastırırız. Geleneklerin, inançların, ideolojilerin arkasına sığınır, hayatımızı başkalarının reçetelerine göre şekillendiririz. Böylece özgün bir benlik inşa etme sorumluluğundan kaçarız.

Ancak bunun bedeli, giderek silikleşen bir varoluştur. Zamanla kendimize ve hayata yabancılaşırız. Martin Heidegger bu durumu “das Man” yani “herkes” kavramıyla açıklar:
Herkes gibi yaşamak, herkes gibi düşünmek, herkes gibi hissetmek…
Ona göre insan, kendi varoluşunu ancak bu “herkes” olma hâlinden sıyrıldığında gerçekten hissedebilir.

Peki, kendimiz olmayı nasıl öğreniriz?
Bu sorunun yanıtı, basit bir “kendini tanı” sloganının ötesindedir. Kendini tanımak, içimizdeki ışık kadar gölgeyi de fark etmektir. Hem güçlü yanlarımızı hem de zayıflıklarımızı dürüstçe kabul etmektir. Yaralarımızdan kaçmadan, geçmişin izlerini onararak yürümektir.

Bu nedenle özgünlük, doğuştan gelen bir özellik değil; her gün yeniden inşa edilen bir süreçtir. Ancak özgün olmak, içimizdeki her dürtüyü serbest bırakmak anlamına gelmez. “Ben buyum” diyerek kırıcı, hoyrat ya da bencil davranmak özgünlük değil; farkındalıktan kaçıştır.

Gerçek özgünlük, kendimizin en iyi hâline ulaşma çabasıdır. Zayıflıklarımızı tanırız ama onların esiri olmayız. Güçlü yanlarımızı geliştirir, eksiklerimizi dönüştürmeye çalışırız.
Düşünün, biri size öfkeyle bağırdığında ya da size haksızlık ettiğinde, “Ben doğam gereği patlarım” mı dersiniz, yoksa “Bu tepkimin altında ne var?” diye mi sorarsınız?
İşte bu fark, bilinçle tepkisellik arasındaki farktır.

Araştırmalara göre, kişi gerçek benliğiyle temas hâlinde olduğunda yaşamında anlam duygusu belirgin biçimde artar. “Kim olduğumuz” bilgisine kolayca erişebildiğimizde, kendimize güvenimiz ve içsel tutarlılığımız güçlenir; kendimizi tanıdıkça hayat daha anlamlı hâle gelir.

Ancak bu yolculuk bitmeyen bir süreçtir. Çünkü biz değişiriz.
Tıpkı bir nehir gibi, aynı bedende ama farklı akışlarla süreriz.
Gerçek benliğe sadık kalmak, değişimin ortasında bile içsel pusulamızı koruyabilmektir. Albert Camus’nün çok sevdiğim sözleriyle: "Nefretin ortasında, içimde, yenilmez bir sevgi olduğunu buldum. Gözyaşlarının ortasında, içimde, yenilmez bir gülümseme olduğunu buldum. Karmaşanın ortasında, içimde, yenilmez bir sakinlik olduğunu buldum. Tüm bunların içinde fark ettim ki kışın ortasında, içimde, yenilmez bir yaz olduğunu buldum. Ve bu beni mutlu ediyor. Çünkü dünya üstüme ne kadar gelirse gelsin, içimde, onu gerisin geri yollayan daha güçlü, daha iyi bir şey var demektir."

O daha güçlü, daha iyi şey, insanın kendi özüdür; her fırtınadan sonra yeniden ısınan o içsel çekirdek.

Gerçek benlik, ne başkalarının yazdığı senaryolar ne özdeşim kurduğumuz inanç ve ideolojiler, ne de toplumsal rollerin maskesidir.
Asıl mesele, kendimizin en derin, en dürüst, en iyi hâliyle var olabilmektir.
🌐 www.safaknakajima.com

CUMHURİYET: BİATIN ZİNCİRLERİNİ GEVŞETEN AKILDoç. Dr. Şafak NakajimaCumhuriyet’i yalnızca bir rejim değişimi olarak görm...
29/10/2025

CUMHURİYET: BİATIN ZİNCİRLERİNİ GEVŞETEN AKIL

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Cumhuriyet’i yalnızca bir rejim değişimi olarak görmemiz yanıltıcı olur. Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıllar boyunca yoksul ve eğitimsiz bırakılıp, süpürge tohumu yedirilerek cepheden cepheye sürülmüş; marabalaştırılmış bir halkın akılla, bilimle ve yurttaşlık bilinci ile tanışmasıdır.

Maraba, toprak ağasının arazisinde çalışan ama toprağın sahibi olmayan tarım işçisidir. Marabalık, ekonomik bir konumun yanı sıra boyun eğmeyi içselleştirmiş bir toplumsal statüdür. “Maraba” kavramı zamanla, söz hakkı elinden alınmış, itaat etmeyi doğal bir davranış biçimi olarak benimsemiş insan tipinin mecazına dönüşmüştür. Cumhuriyet’in en büyük devrimi, bu zihinsel köleliğin zincirlerini tamamen kıramasa da gevşetebilmiş olmasıdır.

Dönüşümün büyüklüğünü kavrayabilmek için Osmanlı toplumunun entelektüel yapısına bakmamız gerekir. Bugün “dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz” diyenlerin çoğu, dedelerinin de kendi babalarının mezar taşlarını okuyamadığını bilmez. Zira Osmanlı halkının büyük kısmı Arap alfabesini bilse bile, yazılı metinleri anlayabilecek bir eğitime sahip değildi. 19. yüzyılın sonlarında genel okuryazarlık oranı yüzde beşin altındaydı; kadınlarda ise neredeyse sıfırdı. Atatürk’ün, cehaletle örülmüş bu duvarı yıkmak için başlattığı Harf Devrimi ile halk, ilk kez kendi dilinde, sade bir yazıyla okuyup yazma olanağına kavuştu.

Atatürk’ün beni en çok etkileyen yanı, muazzam öğrenme tutkusudur. Geniş ve çok katmanlı entelektüel birikimi; Montesquieu’nün hukuk anlayışından, Rousseau’nun yurttaşlık düşüncesinden, Ziya Gökalp’in toplum kuramından beslenir. Fakat o, tüm bu etkileri özgün bir sentezle birleştirerek kendi düşünce sistematiğini kurmuş, dogmanın yerine aklı, tapınmanın yerine anlamayı koyarak bireysel aklın kamusal değer kazanmasının yolunu açmıştır.

Bugün Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda, Amerika’nın kucağında “ulusal kurtuluş mücadelesi” verdiğini iddia edenlerden, petrolden beslenip Filistin’deki katliamın sponsorluğunu yapanlara kadar, dogma ve itaate dayalı iki yüzlü düzenlerin peyzajını görürüz. Türkiye'de halkın çoğunluğu, bu coğrafyanın tam ortasında, hâlâ çağdaş değerlere yönelme kararlılığını koruyabiliyorsa, bunun temelinde Cumhuriyet’in düşünsel mirası vardır. Cumhuriyet insanın kendi kaderini belirleme iradesidir. Bu irade, geçmişin biat kültüründen kalan tüm eksikliklere rağmen varlığını sürdürmektedir.

Atatürk’ün vizyonu Türkiye sınırlarının çok ötesine taşar. Hindistan’da Nehru, Mısır’da Nasır, Endonezya’da Sukarno, Güney Afrika’da Mandela gibi liderler, toplumlarını özgürleştirirken Atatürk’ün laiklik, eğitim ve ulusal egemenlik ilkelerinden ilham alır. 1979’da Havana’da yapılan Bağlantısızlar Zirvesi’nde Fidel Castro, Atatürk’ü “sömürge halklarının özgürlük mücadelesinde bir öncü” olarak tanımlar. Tunus’u Fransız sömürgeciliğinden kurtaran, laiklik ve modernleşmeyi temel alan reformlarıyla anılan ilk cumhurbaşkanı Habib Burgiba şunu söyler: “Sakarya Savaşı, Sakarya Zaferi, yirmi yaşımın en kuvvetli hatırası olmuştur. O zamanlar, kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemez miyim, onun ruhuna kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım?”

Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü anlamak, eşitliğin ve özgürlüğün hâkim olduğu bir yaşamı savunma bilincidir. Cumhuriyet’in 102. yılında bu mücadele, her sorgulayan aklın içinde yaşamaya devam ediyor ve edecek.

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.

MARX NEDEN YANILDI? — TEPKİLERE CEVAPDoç. Dr. Şafak NakajimaGeçtiğimiz günlerde yayımladığım Marx Neden Yanıldı? başlıkl...
27/10/2025

MARX NEDEN YANILDI? — TEPKİLERE CEVAP

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Geçtiğimiz günlerde yayımladığım Marx Neden Yanıldı? başlıklı yazı, beklediğimin de ötesinde ilgi gördü.
Ancak ilgi kadar öfke de büyüktü. Bazıları açık küfürlerle, bazıları da kendi çapında küçümsemelerle saldırmayı seçti.
Tabu böyledir. Sorguladığınız anda azgınlaşır ve sizi yok etmeye kalkışır.

İçlerinde yıllardır sayfamı takip edip bilgilerimden faydalananlar da vardı; bir kısmıysa Marx üzerinden kendine “mürit” kitlesi yaratıp onlara “eğitim” veren kişilerdi.
Ne tesadüf ki, bu şahısların hiçbiri yazıda geçen temel argümana akılcı bir yanıt veremedi.
Oysa benim söylediğim şey, ne Marx’ı küçümsemek ne de onun tarihsel önemini inkâr etmekti.
Ben yalnızca şunu ifade ettim.
Evrimsel psikoloji ve çağdaş teknolojik gelişmeler, Marx’ın öngördüğü biçimde bir eşitliğin gerçekleşmesini neredeyse imkânsız kılıyor.
Bu nedenle, özünde doğrular barındırsa da Marx’ın teorisi, çağın gerçekleriyle yeniden okunmak zorunda.

Ancak görüyorum ki, Marx’ın fikirlerini “metin değil inanç” olarak görenler için bu düşünce kabul edilemez.
Onların dünyasında Marx bir düşünür değil, bir peygamberdir; eleştirilemez, sorgulanamaz, yalnızca kutsanır.
Bu yüzden de felsefi argüman üretmek yerine, kişisel hakaret üretmeyi seçiyorlar.
En kolay savunma şekli bu: “Sen Marx’ı anlamamışsın.”
Daha da ileri gidenleri, “Zaten Marx’ı sıradan faniler anlayamaz.”
Elbette, kutsal metinleri herkes anlayamaz; çünkü orada düşünmek değil, inanmak esastır.

Bu saldırı biçiminin felsefede bir adı var: ad hominem.
Yani düşünceye değil, düşünen kişiye saldırmak.
Argümanı çürütmek yerine, argümanı dile getiren kişiyi küçültmeye çalışmak.
Bu, aklın bittiği yerde başlayan savunma refleksidir.
Çünkü fikirle baş edemeyen, fikri dile getirenin itibarını yok etmeye çalışır.
Tarihte bütün dogmalar böyle ayakta kalmıştır.
Sorgulayanı susturarak, düşünmeyi günah ilan ederek, eleştiriyi küfür sayarak.

Oysa gerçek felsefe, inançla değil, kuşku ve cesaretle var olur.
Bir düşünürü anlamanın ilk şartı ondan korkmamaktır.
Marx’ı anlamak da onu kutsamaktan değil, tarihsel ve biyolojik bağlamı içinde yeniden okumaktan geçer.
Ne yazık ki birçok kişi için Marx artık bir düşünme alanı değil, kimlik taşıyıcısıdır;
ve kimliğini kaybetme korkusu, düşünme yeteneğini öldürür.

Benim derdim inançla değil, akılla.
Ve merak etmesinler: benim zekâmın ve hem biyolojik hem sosyal bilimlerdeki eğitimimin zekâtı, onların yedi sülalesine yeter.

Daha önce de yazdığım bir konuyu yeniden, daha detaylı ele alacağım. Teleoloji, evrende her şeyin belirli bir “amaç” doğrultusunda ilerlediği fikridir. Bu anlayışta tarih rastlantısal değil; bir hedefe doğru giden, anlamlı bir süreçtir. Hem din hem de Marx’ın materyalist tarihi, görünüşte farklı kökenlerden gelseler de bu çizgiyi taşır.
Dinde tarih Tanrı’nın planına göre işler; insanlık “ilahi düzen”e, yani cennete doğru ilerler.
Marx’ta ise tarih, üretim ilişkilerinin evrimiyle ilerler; insanlık sınıfsız toplum aşamasına, yani dünyevi bir “cennet”e ulaşır.

Marx’ın tarih anlayışı Hegel’in diyalektiğini tersyüz eden bir tarihsel materyalizme dayanır. Hegel’de “Tin”in kendi bilincine ulaşması amaçken, Marx’ta bu yerini insanın özgürleşmesine bırakır. Tarih, üretim biçimlerinin çelişkilerinden doğan kaçınılmaz bir evrimdir. Nihai hedef özel mülkiyetin kalktığı, yabancılaşmanın sona erdiği, eşit ve özgür bir insan toplumudur.
Yani Marx’ın komünizmi seküler bir cennettir; Tanrı’nın değil, insanın kendi elleriyle yaratacağı bir “kurtuluş” düzenidir. Ancak bu kurtuluş dinî eskatolojilere benzer bir “nihai aşama” fikrine dayanır.
Marx’ın teorisi ile dinin cennet vaadi aynı metafizik kökten beslenir: “insan acısının bir gün son bulacağı” inancı. Fakat Marx bu inancı ilahi olandan koparıp tarihsel maddeye taşır.

Batı’da Marx tartışmaları evrimsel biyoloji, nöroekonomi ve yapay zekâ çağında yeniden ele alınırken, bizde hâlâ Marx’ı eleştirmek “günah”, sorgulamak “ihanet” sayılır. Çünkü Türkiye’de sol düşünce felsefi temelden çok, kimliksel aidiyet üzerinden yaşar. Bir görüş bir düşünce biçimi değil; “biz”i tanımlayan bir bayraktır. Bu nedenle eleştiri düşünsel değil, duygusal bir yaradır. Tıpkı dine yöneltilen sorgulamaların “imanı zayıflatma” korkusuna yol açması gibi, Marx’a yöneltilen sorgulama da “davaya ihanet” olarak algılanır.

Oysa bilim de felsefe de inançla değil, şüpheyle ilerler. Bir düşünürün gerçek mirası onu kutsamak değil, geliştirebilmektir. Ama bu ülkede çoğu kişi bilimsel eğitimden yoksundur. Marx’ı da okumaz; okumadığı için de eleştiremez, yalnızca ona inanır. Bu inanç biçimi dinin karşıtı değil, uzantısıdır. Sadece dualar değişmiştir, tapınma biçimi değil.

Dinin cennet vaadiyle Marx’ın komünist ütopyası aynı yanılsamayı paylaşır. Bu yanılsama tarihin bir “son”u, insanın bir “tamamlanma” anı olduğu inancıdır. Oysa insan doğası ne biyolojik olarak, ne psikolojik olarak, ne de felsefi olarak tamamlanabilir.

Spinoza’nın “her şey zorunlulukla olur” anlayışı modern evrim teorisindeki amaçsız ama neden-sonuç zinciriyle işleyen süreçlerle örtüşür. Türler “iyi” ya da “kötü” oldukları için değil, yalnızca var olabildikleri için varlıklarını sürdürür. Nietzsche’nin dediği gibi “İnsanın trajedisi, aynı zamanda onun mucizesidir.” Anlam tamlıktan değil, eksiklikten doğar.

İnsan yalnızca kendi çıkarlarına uyduğu zaman işbirliğine gider. Marx insanı doğasından kopuk biçimde romantize eder. Yanıldığı yer insanın potansiyelinde değil, doğasındadır. Ve doğa hiçbir zaman kusursuz bir plana hizmet etmez.

Yanan bir binaya yalnızca bir kez girme şansınız var. Kendi çocuğunuzu mu kurtarırsınız yoksa komşunun üç çocuğunu mu. Bugüne dek bu soruya “komşunun üç çocuğunu kurtarırım” diyen bir tek kişi bile çıkmadı. Evrim budur işte. Çünkü canlı önce hayatta kalmak sonra soyunu sürdürmek için evrimleşir. Bu içgüdü ahlaktan, ideolojiden, cennet vaadinden daha eskidir. Eşitlik, adalet ve devrim fikirleri bu biyolojik temelin üzerine inşa edilen ince bir ciladır yalnızca. Ama doğa cilayı değil özü belirler.
Cila ilk darbede kalkar, geriye yalnızca türün çıplak gerçeği kalır.
Evrim, insanın tüm ideolojilere rağmen işleyen doğasının yasasıdır.

Sevgili Marx “uzmanları”,
Ben de eşit ve özgür bir dünyayı savunuyorum.
Aramızdaki fark, benim ayaklarımın yere basıyor ve gerçeği bilimin ışığında arıyor olmam.
Küfretmeye, sataşmaya kalkışmayın, ben bir Çeçen’im; korkmam, tersim fenadır.
Hadi şimdi gidin, biraz biyoloji çalışın. 😉

Address

Esentepe, Yıldız Posta Caddesi No:13/A D:14 Şişli
Tesvikiye
34394

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Doç. Dr. Şafak Nakajima posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram

Category